Yazmak lazım dediler de hangi birinden başlayacağımı bilemediğimden yazamadım bir türlü.
Dün dünde kaldı ama paylaşayım ucundan. Sabah altı idi uyandığımda. Kahveyi yaptım önce, sonra yatağımı topladım. Karavan bir lokma yaşam alanı olduğundan derli toplu olmak lazım. Bir de masamı toplayabilsem. Kitaplar dolu üstünde. Notlar… Her biri de lazım bana nasıl kaldırayım onları. Halil Cibran’ın Ermiş’i lazım, radyo programında kendime rehber ettim onu.
Muson Şarkıları Bora’nın hediyesi - imzalatmadığım için alınmamıştır inşallah, her satırında ruhunun imzası var nasılsa – bir yoga yolculuğunu anlatıyor, benim hikayem gibi ama bir başka ülkede geçen. Üniversiteye hazırlık kitaplarım var, arada baktığım, sınav 15 Haziran da. Kazanacağım şüpheli ama evrenin işi bu bilinmez, okumam lazımsa bu yaştan sonra Aromatik ve Tıbbi Bitkiler okulunu, kazandırır elbet. Teslim olmak lazım akışa. Örgü dergisi bile var aralık bir yerde, masanın üstünden bana gülüyor. Kocama kızarsam, ona bakıyorum, kadınlığımı hatırlatıyor. Masamı anlatmak bile bir işmiş baksanıza iyisi mi vazgeçeyim. Güne döneyim.
Saat yedi olduğunda hazırdım. Yeleğim, kimliğim, üç kuruş param, iki kitabım çantamda İbrahimleri bekliyordum. İbrahim benim köylüm. Ailesi ailem. Şu köy pansiyonculuğuna soyduğum aile. Ve söyledikleri gibi geldiler yediyi yirmi geçe. Güllü bacı seslendi arabanın penceresinden, ayakkabı aldın mı yanına, almamıştım. Ayağımda şıpıdık yazlık terlikler, kısa bir şalvar tarlaya gidecektim. Otlar yer ayaklarını, al sen yanına ayakkabını, dedi. Koştum geri, spor ayakkabıları attım minibüse. Arkada köyden Senem gelin, bir de oğulları Alican, düştük yola. Hepsinin ayağında lastik çizmeler vardı. Bir ben terlikli.
Altınoluğu geçtik, Küçükkuyu’yu da. Ezine’ye gidiyorduk. Yeni aldıkları ve tam 620 adet zeytin fidesi ektikleri tarlayı göstereceklerdi bana. Onbeşte bir sulanması gerekiyordu fidanların, altlarına domata da eksek olur deyivermişler, köylülerinden aldıkları domata fidelerini sepetlerine doldurmuşlar, hem zeytin sulamaya hem de domata ekmeye gidiyorlardı. Ben de yanlarında. Biber de ekmek istiyorlardı ama fideleri yoktu. Yoldan alıveririz dediler. Nasıl bir teslimiyet, biz olsak gün evvelinden hazır ederdik her şeyi. Ama tarlaya terlikle giderdik o başka!
Yol bizi Yeşilyurt köyünün sapağına getirdiğinde, Ayla abla bu köy bir tuhaf dediler. Köy yazıyor diye sapmışlar yoldan içeri. Meydana gitmişler ve sormuşlar, burada gübre nerden buluruz diye. İnsanlar bön bön bakmışlar bunlara. Ne diyorlar diye. Eee malum Yeşilyurt, turizm köyü. Evler çoktan otel, pansiyon, lokanta olmuş. Ne arasın gübre, gübreci meydanlık yerde. Ama bizim İbrahim niye sapakta köy yazıyor diye sorgulamaya devam ediyor aklında. Napalım İbrahim dedim, o köy turizm köyü oldu. Belki vardır hayvan gübresi bir yerlerde ama nerde, bir bilene sorarız elbet bir gün.
Ayvacık’ı da geçtik, Ezine’ye geldik. Bu taraf bizim taraflara benzemiyor, ekin tarlaları da var, bitki örtüsü türlü türlü. Alabildiğine zeytin değil manzara. Hayvancılık da türlü türlü. Sadece keçi varken bizim köyde, burada inek de, koyun da var. Saat sekiz buçuk gibi. Fide sattığı söylenen yerler kapalı. Olsun deyiveriyor Güllü bacı, biz de biberi çuvalla alıveririz köylüden salça zamanı. Biber de ekmeyiverelim. Dedim ya teslimiyetin böylesi, pes doğrusu.
Tarlaya giden yol bir dere yatağından geçiyor. Köylü çöplerini atmış bu yatağa. İki taraf da çam ağaçları ile dolu bozuk bir yoldan geçerek vardık tarlaya. Karşılardaki bir tepeyi gösterdi Güllü. İşte dedi, Cılbak orası, buranın en yüksek tepesi. Cılbak ise orası, Homeros’un İlyada'sın da Tanrılar Tanrısı Zeus’un Truva savaşını seyrettiği tepe olmalıydı. Yani Güllü bilmese de biz Zeus’un tanıklık ettiği bir alanın ortalarında duruyorduk. Elimizde domates fideleri, tankerle su gelmesini beklerken.
Kaç tanker su geldi gitti bilmiyorum, bitmedi sulama gün boyu. İki kadın eğrile doğrula sulanan zeytin fidanlarının altına domata fidelerini ektiler. Tutup tutmayacağını bilmeden. Sonra bir paket kavun tohumunu üçer üçer kalan fidelerin dibine dağıttılar. Hadi gayri dedi Güllü bu yaz sizin domatalarınız da, kavunlarınız da bizden…
Ayakkabılarımı giymeden gezemedim kırk dönüm tarlada. Otlar dalıyordu. Ayakkabı ise yakıyordu. Güneş sıcaktı, kavuruyordu. 6 Nisandan bu yana yağmur düşmemiş buralara. Ama rüzgarın arkası kesilmeden esiyordu. Öğlen yerde sofra kuruluverdi, köy ekmeğinin eşlik ettiği taze fasulye, salata ve vazgeçilmez zeytin. Tankerle su getiren bu köyün delikanlısıydı. Yaz gelince kafasını dinlemek için İstanbul’a gideceğini anlatıyordu. Kafa dinlemek için İstanbul. Yaşamın neresinde duruyordu? Dansın hangi karesindeydi? Sohbet suyun pahalı olduğuna geldi. Tarımda kullanan suyu devlet pahalı satıyor dedi, o kadar kazanmıyoruz ki, ödeyebilelim. Derken yaşama, önümüzdeki günlerde bizleri nelerin beklediğine. Global ısınmaya, kanolaya… Kanola yetişiyor bizim buralarda var dedi. Peki dedim, kanola var demek, arabanı yürütecek benzin de olacak yarınlarda demek. Ama onu ekmek için, buğday yetiştirmeyi kestin değil mi? Evet, dedi. Peki arabanda benzin olacak ama karnını doyuracak ekmek olmayacak, benzine sahip olmanın ne anlamı olacak? Düşünmeye başladı. Haklısın dedi. Kafasını karıştıracak birini daha bulmanın mutluluğu içindeydim.
İbrahim bu tarlada neler yapabiliriz diye sorarken, söylediğim her şeyi kafasında olmaz deyip, reddediyor, bildiği tek şeyi, zeytini sürdürmek amacı. Zeytinyağı fabrikası kursak diyor. Ya dünya kadar var etrafta, niye bir de sen kuruyorsun ki? Dediğimde ise susuyor. Ama abla ben bir bunu bilirim, bozulmaz, atılmaz, hep değerlidir… Ya oğlum, şuraya bir de sera yapsak… Nerde satacam ki ben onu? Bilmem abla pazarlamasını. Kalır ortada ürün… Haklı aslında, bilmediği işe soyunmamak adına. Ama oğlu için bir şeyler yapmak istiyor. Ona para kazanacağı bir şeyler bırakmak. Tankerci çocuğa soruyorum, yok mu buralarda seracılık? Yok abla diyor, keşke olsa, şuraya verdiğimiz emeğin çok daha azı ile, çok daha fazla ürün alırız, hem de mevsiminin dışında da üretiriz, ama yok işte. Allah mı söyletti nedir, İbrahim dönüş yolunda, bak abla o çocuk da söyledi, biz buraya sera yapalım iyisi mi, sen bir araştır hele, demeye başladı.
Dönüş yolunda İmece evine uğradık. Ona saman evi gösterdim. İsmail teknik bilgileri verdi. Saman ev yapacak tarlasına. Sonra Tornacı Erdal’a uğradık, Küçükkuyu da. Erdal, suyun nerden çıkacağını bilir, bulur, çıkartır. İşinin tornacılığına bakmayın. Suyu çıkartmak için rüzgar enerjisini kullanıyor. Türlü türlü rüzgar değirmenleri var onda… Onbeşgün sonrasında onu da alıp gideceğiz tarlaya. Suyu nerden çıkartabileceğimize bir baksın hele. İki üç direkle köyden elektrik de gelir aslında bu tarlaya ya… Güllü bacıdan teslimiyet dersi almış biri olarak bekleyeceğim bakalım…
Bilmem bu yazıdan sizin payınıza neler düştü… En azından gününüze ayrı bir renk katabildi isem ne mutlu bana.