22 Mayıs 2008 Perşembe

kentli köylü aynı yola düşünce

Yazmak lazım dediler de hangi birinden başlayacağımı bilemediğimden yazamadım bir türlü.
Dün dünde kaldı ama paylaşayım ucundan. Sabah altı idi uyandığımda. Kahveyi yaptım önce, sonra yatağımı topladım. Karavan bir lokma yaşam alanı olduğundan derli toplu olmak lazım. Bir de masamı toplayabilsem. Kitaplar dolu üstünde. Notlar… Her biri de lazım bana nasıl kaldırayım onları. Halil Cibran’ın Ermiş’i lazım, radyo programında kendime rehber ettim onu. Muson Şarkıları Bora’nın hediyesi - imzalatmadığım için alınmamıştır inşallah, her satırında ruhunun imzası var nasılsa – bir yoga yolculuğunu anlatıyor, benim hikayem gibi ama bir başka ülkede geçen. Üniversiteye hazırlık kitaplarım var, arada baktığım, sınav 15 Haziran da. Kazanacağım şüpheli ama evrenin işi bu bilinmez, okumam lazımsa bu yaştan sonra Aromatik ve Tıbbi Bitkiler okulunu, kazandırır elbet. Teslim olmak lazım akışa. Örgü dergisi bile var aralık bir yerde, masanın üstünden bana gülüyor. Kocama kızarsam, ona bakıyorum, kadınlığımı hatırlatıyor. Masamı anlatmak bile bir işmiş baksanıza iyisi mi vazgeçeyim. Güne döneyim.

Saat yedi olduğunda hazırdım. Yeleğim, kimliğim, üç kuruş param, iki kitabım çantamda İbrahimleri bekliyordum. İbrahim benim köylüm. Ailesi ailem. Şu köy pansiyonculuğuna soyduğum aile. Ve söyledikleri gibi geldiler yediyi yirmi geçe. Güllü bacı seslendi arabanın penceresinden, ayakkabı aldın mı yanına, almamıştım. Ayağımda şıpıdık yazlık terlikler, kısa bir şalvar tarlaya gidecektim. Otlar yer ayaklarını, al sen yanına ayakkabını, dedi. Koştum geri, spor ayakkabıları attım minibüse. Arkada köyden Senem gelin, bir de oğulları Alican, düştük yola. Hepsinin ayağında lastik çizmeler vardı. Bir ben terlikli.

Altınoluğu geçtik, Küçükkuyu’yu da. Ezine’ye gidiyorduk. Yeni aldıkları ve tam 620 adet zeytin fidesi ektikleri tarlayı göstereceklerdi bana. Onbeşte bir sulanması gerekiyordu fidanların, altlarına domata da eksek olur deyivermişler, köylülerinden aldıkları domata fidelerini sepetlerine doldurmuşlar, hem zeytin sulamaya hem de domata ekmeye gidiyorlardı. Ben de yanlarında. Biber de ekmek istiyorlardı ama fideleri yoktu. Yoldan alıveririz dediler. Nasıl bir teslimiyet, biz olsak gün evvelinden hazır ederdik her şeyi. Ama tarlaya terlikle giderdik o başka!

Yol bizi Yeşilyurt köyünün sapağına getirdiğinde, Ayla abla bu köy bir tuhaf dediler. Köy yazıyor diye sapmışlar yoldan içeri. Meydana gitmişler ve sormuşlar, burada gübre nerden buluruz diye. İnsanlar bön bön bakmışlar bunlara. Ne diyorlar diye. Eee malum Yeşilyurt, turizm köyü. Evler çoktan otel, pansiyon, lokanta olmuş. Ne arasın gübre, gübreci meydanlık yerde. Ama bizim İbrahim niye sapakta köy yazıyor diye sorgulamaya devam ediyor aklında. Napalım İbrahim dedim, o köy turizm köyü oldu. Belki vardır hayvan gübresi bir yerlerde ama nerde, bir bilene sorarız elbet bir gün.

Ayvacık’ı da geçtik, Ezine’ye geldik. Bu taraf bizim taraflara benzemiyor, ekin tarlaları da var, bitki örtüsü türlü türlü. Alabildiğine zeytin değil manzara. Hayvancılık da türlü türlü. Sadece keçi varken bizim köyde, burada inek de, koyun da var. Saat sekiz buçuk gibi. Fide sattığı söylenen yerler kapalı. Olsun deyiveriyor Güllü bacı, biz de biberi çuvalla alıveririz köylüden salça zamanı. Biber de ekmeyiverelim. Dedim ya teslimiyetin böylesi, pes doğrusu.

Tarlaya giden yol bir dere yatağından geçiyor. Köylü çöplerini atmış bu yatağa. İki taraf da çam ağaçları ile dolu bozuk bir yoldan geçerek vardık tarlaya. Karşılardaki bir tepeyi gösterdi Güllü. İşte dedi, Cılbak orası, buranın en yüksek tepesi. Cılbak ise orası, Homeros’un İlyada'sın da Tanrılar Tanrısı Zeus’un Truva savaşını seyrettiği tepe olmalıydı. Yani Güllü bilmese de biz Zeus’un tanıklık ettiği bir alanın ortalarında duruyorduk. Elimizde domates fideleri, tankerle su gelmesini beklerken.

Kaç tanker su geldi gitti bilmiyorum, bitmedi sulama gün boyu. İki kadın eğrile doğrula sulanan zeytin fidanlarının altına domata fidelerini ektiler. Tutup tutmayacağını bilmeden. Sonra bir paket kavun tohumunu üçer üçer kalan fidelerin dibine dağıttılar. Hadi gayri dedi Güllü bu yaz sizin domatalarınız da, kavunlarınız da bizden…

Ayakkabılarımı giymeden gezemedim kırk dönüm tarlada. Otlar dalıyordu. Ayakkabı ise yakıyordu. Güneş sıcaktı, kavuruyordu. 6 Nisandan bu yana yağmur düşmemiş buralara. Ama rüzgarın arkası kesilmeden esiyordu. Öğlen yerde sofra kuruluverdi, köy ekmeğinin eşlik ettiği taze fasulye, salata ve vazgeçilmez zeytin. Tankerle su getiren bu köyün delikanlısıydı. Yaz gelince kafasını dinlemek için İstanbul’a gideceğini anlatıyordu. Kafa dinlemek için İstanbul. Yaşamın neresinde duruyordu? Dansın hangi karesindeydi? Sohbet suyun pahalı olduğuna geldi. Tarımda kullanan suyu devlet pahalı satıyor dedi, o kadar kazanmıyoruz ki, ödeyebilelim. Derken yaşama, önümüzdeki günlerde bizleri nelerin beklediğine. Global ısınmaya, kanolaya… Kanola yetişiyor bizim buralarda var dedi. Peki dedim, kanola var demek, arabanı yürütecek benzin de olacak yarınlarda demek. Ama onu ekmek için, buğday yetiştirmeyi kestin değil mi? Evet, dedi. Peki arabanda benzin olacak ama karnını doyuracak ekmek olmayacak, benzine sahip olmanın ne anlamı olacak? Düşünmeye başladı. Haklısın dedi. Kafasını karıştıracak birini daha bulmanın mutluluğu içindeydim.

İbrahim bu tarlada neler yapabiliriz diye sorarken, söylediğim her şeyi kafasında olmaz deyip, reddediyor, bildiği tek şeyi, zeytini sürdürmek amacı. Zeytinyağı fabrikası kursak diyor. Ya dünya kadar var etrafta, niye bir de sen kuruyorsun ki? Dediğimde ise susuyor. Ama abla ben bir bunu bilirim, bozulmaz, atılmaz, hep değerlidir… Ya oğlum, şuraya bir de sera yapsak… Nerde satacam ki ben onu? Bilmem abla pazarlamasını. Kalır ortada ürün… Haklı aslında, bilmediği işe soyunmamak adına. Ama oğlu için bir şeyler yapmak istiyor. Ona para kazanacağı bir şeyler bırakmak. Tankerci çocuğa soruyorum, yok mu buralarda seracılık? Yok abla diyor, keşke olsa, şuraya verdiğimiz emeğin çok daha azı ile, çok daha fazla ürün alırız, hem de mevsiminin dışında da üretiriz, ama yok işte. Allah mı söyletti nedir, İbrahim dönüş yolunda, bak abla o çocuk da söyledi, biz buraya sera yapalım iyisi mi, sen bir araştır hele, demeye başladı.

Dönüş yolunda İmece evine uğradık. Ona saman evi gösterdim. İsmail teknik bilgileri verdi. Saman ev yapacak tarlasına. Sonra Tornacı Erdal’a uğradık, Küçükkuyu da. Erdal, suyun nerden çıkacağını bilir, bulur, çıkartır. İşinin tornacılığına bakmayın. Suyu çıkartmak için rüzgar enerjisini kullanıyor. Türlü türlü rüzgar değirmenleri var onda… Onbeşgün sonrasında onu da alıp gideceğiz tarlaya. Suyu nerden çıkartabileceğimize bir baksın hele. İki üç direkle köyden elektrik de gelir aslında bu tarlaya ya… Güllü bacıdan teslimiyet dersi almış biri olarak bekleyeceğim bakalım…

Bilmem bu yazıdan sizin payınıza neler düştü… En azından gününüze ayrı bir renk katabildi isem ne mutlu bana.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

19 Mayıs Misafirleri


Balkonlarında bayraklar vardı,

Arıtaşı Köyünün



Taşımalı eğitime geçirildiğinden
bu yana boş kalan okulda ise
Bora Ercan'ı eşliğinde
her yaştan gençler..


Sonra kendimizi
sahillere vurduk...





Çocuklar kadar şendik...
Güldük, söyledik, eğlendik.

Piknik yaptık.
Köy ekmeği, keçi peyniri,
otlu börekler yedik..
Akşamları saz çaldık, söyledik.
Sahile indik,
dolunayda dalga sesiyle
meditasyon yaptık..



Şelalerde gezdik...
Anlayacağınız biz pek bir
eğlendik...
Ya siz nerdeydiniz???

10 Mayıs 2008 Cumartesi

HIDIRELLEZ BAYRAMININ İKİNCİ GÜNÜ


Hıdırellez Bayramının ikinci gününde bir başka Türkmen köyüne misafir oldum.
Bu özel günü 'dede' ziyaretine ayırmışlardı. Sabah hava yağmurlu olmasına rağmen, öğleden sonra açmış ve yıllardan bu yana taşıdıkları geleneklerini yerine getirmelerine imkan tanımıştı.

Ben oraya ulaştığımda çoktan ocaklarda ateşler yakılmış, kahveler içilmişti bile.

Kaz Dağlarının en yuksek tepelerinden birinde, yol göstermez ağaçların arasına saklanmış ilk 'dede'den geçti yolumuz. Başında, saygıyla boynunu eğmiş koca bir çam ağacı vardı. Burda bir ışık görmüş olan atalardan biri, bu noktayı hemen taşlarla çevrelemiş. İçeri giriyor, niyazınızı bildiriyor, taşını öpüyor, isterseniz mum yakıyor sonra da, dedeye arkanızı dönmeden arka arka giderek ordan çıkıyorsunuz. Aklıma Peru, Tibet, Mısır, Ölümsüz Üstatların Öğretisi gelmedi değil. Binlerce yıllık bir şaman geleneğinin uzantısı beni enerjisiyle kuşatmıştı adeta.











sonra tepeye doğru uzanan bir yoldan ikinci 'dede' ye yöneldik.













Onun etrafı da çevrelenmişti. Bakım yapılmış, boyanmış, süslenmiş, mumlar yakılmış. Etrafında arazinin elverdiğince ailelere ayrılmış ocak adı verilen, düzleştirilmiş bölümler vardı. Kilimlerini yaymışlar, ateşlerini yakmışlar, pilavlar, etler, çaylar, kahveler. Bir araya geldikleri bir piknik yeri. Salıncaklar kurulmuş, herkes sallanıyor. Eğleniyor. Bayram yeri. Karşı tepeleri gösterdiler. Oralarda da dedeler varmış. Ve onların geceleri birbirlerini ziyarete gittiklerini görenler de, gördüklerini anlattılar. Yaşamın doğal bir parçası gibi, abartmadan, hayret etmeden, tapınmadan. Sadece yaşamın kutlanacak bir parçası olarak. Sonra ateşlerine su döktüler, toplandılar ve dağdan aşağı indiler. Tek çöp bırakmadan geride. Kahkahaları dalga dalga yankılandı tepelerde.

Sohbet ettik. Kültürlerinin korunması gerektiğini anlatmaya çalıştım dilim döndüğünce. Bu çok özel bayramın bir parçası olmaktan o denli mutlu oldum ki, döndüğümde köylerden geri, karavanımın üstüne gökkuşağı doğmuştu.

TURKMEN KOYUNDE HIDIRELLEZ BAYRAMI




5 Mayıs 2008 akşamı
kapılar güllerle süslendi.







6 Mayıs 2008
Kurbanlık oğlak kesildi.
Mangal yakıldı.
Aile efradı bir aradı etler yenildi.






Sonra herkes sepetini hazırladı, çaylar, kahveler, fıstılar, lokumlar, kolalar.
Kabristana doğru yola çıkıldı. Kimisi yürüyerek, kimisi arabalarla, kimisi traktörle, ama tüm aile birlikte.


Atalarının kabirleri başında kilimler serildi. Getirilen güller, çiçekler önce ata kabirlerine dağıyıldı.













Kabir taşları renk renk tüllerle süslendi. Onlara da bayramdı.Testiler suyla dolduruldu.


















Giysilere çeki düzen verildi. Onlar Türkmen kadınları.












Yeni gelini,
Ninesi,




Yarının gelinleri....
hepsi renk renk, ellerinde dağıttıkları hayırları
ile ordan oraya kelebekler gibiydi...






Tabi ki her gidişin dönüşü de vardı....












Bir başka bayrama buluşmak üzere.

VE KÖYDE İLK MİSAFİRLERİMİZ


Kıskanmayın, çağrım hepinize idi,
ilk onlar geldiler.....







Bizler üç etekleri giyindik...


Bir de oğlak tutmayı bilebiseydik...






Gelincik tarlasında özgürlük...





Ev sahiplerimizin aşkı....







Saklı köşelerde gezdik...





Katırtırnakları...







Salatamız bahçeden...








Erik dolu dallar.....






























SİZLERİ DE BEKLERİZ...


KÖYE İLK MİSAFİRLER GELECEK, HAZIRLIK VAKTİ...



Köye haber saldım, ilk misafirler gelecek..

Hazırlıklar başlasın diye...

Amma telaş...
Ekmekler fırına verildi....






Sütler sağıldı...

Yoğurtlar yapıldı....

Oğlak bile kendince telaştaydı....






Maşangada bazlamalar pişti...



Güllü Bacı bahçesinden topladığı taze naneli, taze soğanlı, rezeneli (arap saçlı) yan böreklerini pişirdi.

ÇANAKKALE ÜNİVERSİTESİNDE EKO SİSTEM OYUNLARI


24 Nisan 2008


Karavandan başlayıp güzel boğaz kenti Çanakkale'ye uzanan yeşil bir yolculuktan sonra, canlı, neşeli ve duyarlı gönüllü üniversite öğrencileriyle eko-sistemin önemini anlatan oyunlar oynadık. Çocuk bayramında çocuklar gibi şendik. Konumuz doğa idi. Ev sahibimiz Çanakkale Üniversitesi.


İnsanın nasıl kibirle, aklını ve dilini önemseyerek doğaya egemen etme çabası içinde, doğadan ayrı düşüşünü çok net bir şekilde belleklerimize kazıdık.

Doğa ise kendi halinde, sözsüz bir bilinç içinde bağlarını insana rağmen korumaya çalışarak yoluna devam ediyordu....

26 Nisan 2008 Cumartesi

çevreci turistlere duyurulur

Herşey dahil otellere gitmeniz durumunda hangi sistemin parçası olduğumuzu gösteren bir yazıdan alıntı... 26 Nisan 2008 tarihli Turizmde Bu Sabah sitesinden aldığım bu yazı Sn.İzzettin Yurtsever'e ait.
"... Bugünkü piyasa şartlarında uygulamayı tercih etmekte olduğumuz all inclusive konsepti gerçekten yorucu, yüksek tempolu, tüketimi furyaya dönüştürerek özendirdiği, oda kullanımında-masada-büfede tüm gün doldur boşaltın rutin yapıldığı, azalan kaynakların israfını hat safhaya çıkarttığı, bu kar marjları ile turizm hamallığı yapılıp tesislerin aşındırıldığı, otel restoranları ve lobby'lerinin yönetmeliklere göre yerden kazanmak için genişçe yapılmadığından oturma kapasitesinde hizmeti aksatan memnuniyeti ve kaliteyi düşüren bir görünüm ortaya koyması, personeli bitkin düşürdüğü, verilen hizmetin karşılığının alınmadığı, zerafet ve şahsileştirilmiş hizmetlerin yerine daha genel hizmetlerin verildiği, hijyene yoğun tüketim nedeniyle yetişilmediği, maliyetlerin aşağı çekilmek istenmesi sonucu sağlıklı gıdaların birinci derecede tercih edilmeyip bir dizi sorunların ortaya çıktığı,gıda güvenliğine yeterince dikkat edilemediği, kalifiye elemanın çalışmak istemediği, eğitimin yeterince yapılamadığı, standartların oluşturulamadığı, maaşların emek karşılığında artırılamadığı, artan balık talebini karşılamak için denizde kurulan balık çiftliklerin denizi kirletmelerine olumsuz katkıda bulunduğu, her yeni all inclusive uygulayan tesisin denizin kenarında kurulup en büyük sermayemiz olan denizin kirlenmesine olumsuz katkıda bulunduğu, tüm alanlarında toplu ve yoğun hizmet verilmesi nedeniyle enerjinin fazla tüketilmesi sonucu elektrik kesintilerine neden olduğu, aşırı yiyecek artığı çöplerden dolayı haşere ve sineklerin çoğalmasına ortam yarattığı, kalite sistemlerinin gerçek anlamda uygulanamadığı, tesisler dolsun diye ürünün ucuza satılması ile oluşturulan kitle talebinin destinasyonların alt yapı ve diğer yıpranma maliyetlerine neden olduğu, özellikle yiyecek-içecek de ayrıca enerji-su-kağıt-deterjan ve diğer israfların hat safhada olması sonucunda fiyata yansıtılmayan hizmetlerin karlılığı azalttığı, 5 yıldızlı bir otelde toplam harcamaların %30-35 inin yiyecek içeceğe gittiğini, 5 yıldızlı 200 odalı bir otelde yiyecek içecek ürünlerinin bir aylık tüketim miktarının orta boy bir ilçenin tüketimini geçtiğini, all inclusive de kişi başına 5 kğ yiyecek tüketilmekte olup bunun yaklaşık 1/3 ü çöpe gitmesine neden olduğu, bu rakamın Antalya'ya gelen turist sayısı ve ortalama gecelemesi ile çarpıldığında her bir yiyecek kaleminin milyon tonları geçmesine neden olduğu, artan her 1 litrelik atık yağın 1 milyon litre içme suyunu kirletmesine olumsuz katkıda bulunduğu, konseptin her yeni açılan tesiste daha fazla ücretsiz hizmet verme yarışına soktuğu, tüketici haklarının yeterince korunamadığı, reklamasyonları arttırdığı, turizmcileri konukseverlikten maliyet severliğe yönelttiği, kaçak yiyecek ve içecek ürünlerinin ve kalitesiz - güvencesiz ürünlerin cost nedeniyle tercih edildiği, obezeliği - et tüketimini ve dengesiz beslenmeyi özendirdiği, çocukların sağlıksız tüketici olmasına ortam hazırladığı, çevre ve sağlık koşullarını elverişsiz kıldığı, nefsin terbiye edilmesini zorlaştırdığı, tatilde yiyecek-içecekten kaynaklanan rahatsızlıkları artırdığı gibi yukarıda sıraladığım konularda hem turizmcilerde hem de toplumda rahatsızlıklar dile getirilmektedir. ..."

varın gerisini siz düşünün.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Yavrumuz var


Sonunda doğdu. Biraz geçe kaldı ama dün akşamüstü bir ahır köşesinde anası onu bir başına dünyaya getirmiş. 24 saati dolmadan kucağıma aldım. Ayaklanmış geziyordu. Anası ise otlamaya gitmiş tarlaya Güllü Bacı ile. Bir de insan bebesini düşünün, henüz 24 saati dolmamış...


Yüzünde ne kadar olgun bir ifade var. Sanki her şeyi bilir gibi. Yumuşak, sakin.

Bir hafta sonra kimse tutamaz dedi İbrahim abimiz.

O bir erkek.








Ben sizin yerinize kucakladım...

Nasıl güzel bir duygu anlatamam...

Çocuklarınıza bu duyguyu tattırın bir şekilde... Arka planda tezek kokusu ile... Doğa sevgisi en güzel böyle aşılanır bence.

20 Nisan 2008 Pazar

PAZARTESİ SABAHI

Bir Pazartesi sabahı daha açıldı önünüzde. Hafta sonu yorgunluğundan henüz ayılmadan, sabah trafiğinde tekrar yoruldunuz belki de. Kimin nerde ve nasıl olduğunu bilmeden yazıyorum sizlere. Bundan böyle de hiç usanmadan yazacağım. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce, hatırlatmak için yazacağım. Neyi mi hatırlatmak? Bir siz olduğunu sizden içre!

Dışınızda her ne olursa olsun, içinizde pırıl pırıl duran o öz kıpır kıpır olmalı bu günlerde. Malum mevsim bahar. Ona kulak vermeniz lazım. Dağa, taşa, dala, toprağa su yürümüşken, karıncalar yollara düşmüşken, o içinizdeki cıvıl cıvıl özün de harekete geçme zamanı…

Bu dört günlük oğlağın gözündeki merakla bakabilsek her güne... hep kıpır kıpır kalabileceğiz. Hadi köye gelin artık. Evin resimlerini de ekledim. Doğanın uyanışını birlikte yakalayalım.








Bu bir dut ağacı, kendi halinde sonbaharını, kışı yaşadı böylece....











Sonra su yürüdü dallarına.. Canlanmaya başladı.









Şimdi en taze giysisi üstünde...
Meyve vereceği günü bekliyor...






Meyvesi yere düşse tohum olacak...
Mideme düşse, kimbilir hangi hücreme dönüşecek...
Kesin bir şey var;
dönüşecek ama ölmeyecek...
Ya biz? Dönüşümü rafa kaldırmış,
ölümle defter mi kapamışız?

Bu Pazartesi (21 Nisan, sabah 11 de) radyo programımızda
enerji kavramını, frekans kavramını ele alacağız.
Hani bazen enerji doluyoruz, bazen frekansımız tutuyor birileriyle...
bazen de tutmayıveriyor hani... Radyoda buluşmak üzere diyelim.